Originden Ücretsiz Oyun Peggle!
Blogum Bir Gecede 10.000 Görüntülemeyi Nasıl Aldı?
Cemaat dışarıdan nasıl görünüyor?
GRID Autosport Full Tek Link İndir + Torrent
Sniper Elite 3 Full Tek Link İndir + Torrent
Sniper Elite 3 Tanıtım Videosu Yayınlandı
Kazım için bir film...
Hitman Absolution Full Tek Link İndir

Originden Ücretsiz Oyun Peggle!
Her ay ücretsiz oyun veren Originden haber var! Daha önce çıkış yapan oyunları ücretsiz bir şekilde sunan Origin bu seferde Peggle'de yayınladı.
Not: Kampanya 5 Ağustos'da sona erecek. 5 Ağustos sonra oyunu Origin hesabınıza ekleyerek oynamaya devam edebilirsiniz.
Sonradan Not: Kampanya bitmiştir.
1) Buraya Tıklayarak Origini İndirin!
2) Üye olun veya üye girişi yapın.
3) Oyunu hesabınıza ekleyin!
Blogum Bir Gecede 10.000 Görüntülemeyi Nasıl Aldı?
Bu yazı, Evde Yazar tarafından Blog Hocam için yazılmıştır.
Ne zamandır Bloghocam'a konuk yazar olmayı istiyordum. Ama öyle bir konu olmalıydı ki hem Bloghocam çizgisine uygun olsun, hem de kendi tarzımı bozmasın.. Epey bir zaman geçti aradan, bir buçuk senelik oldu bizim Evdeyazar.. Derken derken bir günde blogumun görüntüleme sayısı günde ortalama 500-700'den 10.000'e fırlayınca zihin baloncuğumda “Evreka Evreka, Bloghocam'a yazacağım yazı işte bu!” repliği hızla geçti ve ben de acayip sevindirik oldum itiraf edeyim.. Çünkü anlatacağım bu deneyimimin bütün blog yazarlarına faydalı olacağını düşünüyorum.
“Sadede gel ve anlat artık, nasıl oldu da blogunun görüntüleme sayısı bir günde böyle fırladı?” dediğinizi duyar gibiyim; azıcık meraklandırayım demiştim, hemen konuya geçiyorum. Olay aynen şöyle gelişti:
Sabah blogdaki mesajlara bakıyordum rutin olarak, sevdiğim bir blogger arkadaşım şöyle yazmıştı:
“Kim Milyoner Olmak İster adlı yarışmada 'Gece kokan çiçek hangisidir?' diye sordular. Google amcaya danışayım dedim. Karşıma sizin yazınız çıktı. Nasıl sevindim blogger arkadaşımla karşılaştığım için, sorunun cevabını da sizin yazınızdan öğrenmiş oldum.”
Bu yorum çok hoşuma gitti ve sonrasında nedense istatistiklere bir göz atayım dedim, uzun süredir ilgilenmemiştim; bakmamla şaşırmam bir oldu.. Günde 500-600 bilemediniz 750 tekil sayfa görüntülemesi alan blogumda 23 haziran günü tam 10.408 tekil sayfa görüntülemesi olmuş!.. Biraz daha detaylı baktığımda, “Adı Şebboy'muş!” adlı burada gördüğünüz yazımın tam 9666 adet görüntülendiğini görünce, sabah sevgili blogger arkadaşımın yazdığı yorumla bağlantıyı kurdum; yoksa gerçekten de anlayamayacaktım neler olduğunu.. Aşağıdaki ekran görüntüsünü gururla paylaşıyorum..
Demek yarışmada “ gece kokan çiçek nedir?” diye sorulmuştu ve herkes aynı anda Google'da bu aramayı yapınca karşılarına benim sayfam çıkmıştı. “Yapayım aynı aramayı, bakalım ne oluyor?” dedim ama inanın heyecandan içim de içime sığmıyordu. Aynı gün yaptığım sorguda yazım en üstte çıkıyordu, sonrasında hâlâ Google'da ilk sayfada yer alıyor; hem de yaklaşık 3.990.000 tane sonucun arasından sıyrılarak, ama üçüncü sıraya düşmüş.. Benim gözümde sanırsınız ki yazım, maraton koşusunu kazanmış; o derece sevindim ki ne sevindim. Mütevazı blogumdan beklenenin çok üstünde bir başarı çünkü bu..
“Gece kokan çiçek nedir?” sorgusunda 3.990.000 sonuç içinde benim yazımı ilk sıraya taşıyan şey neydi acaba?
Doğrusunu söylemek gerekirse, SEO uzmanlarının söylediği çoğu kurala pek uymuyorum. Ne anahtar kelime kullanıyorum, ne yazının uzunluğuna dikkat ediyorum, H1 H2 etiketleri derseniz onlar da kendi hallerindeler.. Tamamen içimden geldiği gibi yazıyorum, hani diyorlar ya “Özgün İçerik Şart!” diye, işte tek izlediğim kural o..
Bu başarılı sonucun nasıl geliştiğini hem merak ettim, hem de sizlere faydası olur düşüncesiyle yazıyı inceledim, kendimce saptalamalar yaptım:
1. Yazı 641 kelimeden oluşmuş, fena bir uzunluk değil. Genelde uzun yazıyorum ben. Demek ki Google da bundan hoşlanmış.
2. Yazıda organik olarak, yani yazının gerektirdiği yerlerde toplam 13 kez “şebboy” sözcüğü geçmiş. Bu da yazının tamamındaki sözcüklerin %2'si yapıyor. Yani ben hiç farkında olmadan, tamamen organik bir şekilde yazımda %2 oranında anahtar kelime kullanmışım. Google bu durumdan rahatsızlık duymamış olmalı ki, almış 3.990.000 sonucun en güzeli seçmiş ve ilk sayfanın birinci sırasına taşımış bu içeriği.
3. Başlıkta “Şebboy” kelimesini, yani aslında anahtar kelimeyi kullanmışım. Genelde yazıda ne anlatıyorsam, özetleyen bir kelimeyi başlıkta da kullanmaya çalışırım; demek ki Google bu durumu seviyor..
4. Yeni öğrendiğim ya da vurgulamak istediğim bir sözcük, bir kavram kullanmışsam yazıda, mutlaka kısa bir açıklamasını yapma alışkanlığım vardır. Nitekim bu yazıda da aşağıdaki gibi kullanmışım, yani tanım yapmışım ve vurgulamak için “mavi renkte” yazmışım. Seo kurallarına uymak için değil, dedim ya sadece bilmeyenler öğrensin diye vurgulamak için böyle yapmıştım. Google robotları gerçekten sandığımdan çok daha yeteneklilermiş ne diyeyim ki başka.. Aşağıdaki tanımlamanın Google robotları için değil, insanlar için yapıldığını anlamışlar ve iyi not vermişler ya, gerçekten de -her ne kadar robot olsalar da - saygı duyuyorum kendilerine..
“Şebboy” dedi, kokladım, şebboylar adı gibi güzel kokuyordu. Eve gelince araştırdım biraz; Farsça şeb (gece) ve buy (koku) sözcüklerinin birleşimi, yani gece kokan demekmiş şebboy...”
5. Yazıda kullandığım fotoğrafı kendim çekmiştim, yani o da özgün. Bloguma bir resim eklediğimde mutlaka “özellik” etiketlerini dolduruyorum, Bloghocam 'ın buradaki yazısında okumuştum, her zamanki gibi yine işe yaramış.
Yazının en zor bölümü olan sonuç kısmına geldik kazasız belasız. İnsan misafirliğe gittiğinde nasıl ki oturmasına kalkmasına dikkat eder ya; ben de yazarken nokta, virgül, düşük cümle hatası olacak diye stres olmuştum; defalarca kontrol ettim gerçi, varsa hatalar affola diyeyim..
Evet toparlıyorum; “içerik kraldır” veya “Content is king” diyorlar ya, inanın yerden göğe kadar haklılar. Eğer güzel, okunabilir; Google robotlarını kandırmaya yönelik, daha doğrusu “para kazanma amaçlı” yazmazsanız, Google sizi ödüllendiriyor. Dedim ya robot falan demiyorum, Google örümceklerine bu adaletli yaklaşımlarından dolayı acayip saygı duyuyorum.
Özet şudur: Yazıyorsunuz, unutuyorsunuz; aylar sonra bir de bakmışsınız ki o yazıyla sürpriz bir başarı yakalamışsınız, yeter ki özgün ve okunabilir içerik üretin..
Dip not:
Siz okuyucular da burada benim gibi misafir sayılırsınız, lütfen giderken yorum bırakmayı ihmal etmeyiniz. Misafir olduğunuz evden ayrılırken kapıda “teşekkürler, görüşmek üzere” demiyor musunuz, bu da aynı şey. Yorumlar az olursa Bloghocam'ın yüzüne bakamam sonra...
Sevgiyle ve kendiniz gibi kalın diyorum, Bloghocam'a beni konuk ettiği için çok teşekkür ediyorum ve gidiyorum. “İyiydik böyle, hoştu yazı” diyenleri blogumda görmekten mutluluk duyacağımı bilmem söylememe gerek var mı..
YAZAR HAKKINDA:
Sektöre kızıp 2 sene önce radikal bir kararla mesleği bırakan bir tekstil mühendisiyim. Bir buçuk yıl kadar evde yazı çizi işlerinden para kazandım. Blogumun adı da buradan geliyor. Sonrasında evde çalışmaktan sıkıldım, insan bazen rahattan da rahatsız oluyormuş nitekim.. Blogumu referans gösterip başvurduğum reklam ajansında yaklaşık 2,5 aydır metin yazarı ve sosyal medya sorumlusu olarak çalışıyorum şu an, keyfim yerinde açıkçası.. Çocukluk hayalim olan roman yazarlığına çok yaklaştım desem yalan söylemiş olmam..
Blog adresim: http://evdeyazar.blogspot.com
Facebook adresim: https://www.facebook.com/Evdeyazarblog

Cemaat dışarıdan nasıl görünüyor?
Okuyacağınız yazının bir gerekçesi daha var: Bu cinsten bir yazıyı Abdülhamit Bilici'ye borçlu olduğumu da düşündüm. Çünkü Twitter'da kendisine birkaç defa rahatsızlık verdim. Sadece ona da değil. Cemaat'e yakın birkaç kişinin çevresinde, bol vızıltı çıkaran bir sinek gibi dolandım ve neredeyse her yazdıklarına bir laf ettim. Twitter, bütün kısıtlayıcılığına rağmen, bazen epey bir görüş alışverişine imkân tanıyor. Ama derinlik elbette bir yere kadar. Devamlı vık vık edip, diyeceğimi 140 140 vuruşlara bölüp yüzeyde gürültü çıkaracağıma derine inip derli toplu konuşmam herkes için daha yararlı.
İnsan bir görüşe, harekete, gruba mesafeli olabilir, onunla farklı kamplarda yeralabilir, mücadele edebilir, ama bireylerle nezaket sınırları içinde tartışabiliyorsa öyle yapmalıdır. Bu da bir siyasî görüş; nâçizâne. Siyasetin hayatı kapsayan, geniş anlamıyla...
Nadir rastlanan bitki: Özeleştiri
"Bizden geçmiş insanlık bile!" başlıklı yazı, her şeyden önce, bu memlekette dindarların yönettiği, yazdığı-çizdiği bir yayın organında pek ender rastlanabilecek bir metin. Çünkü çok ağır özeleştiri içeriyor. Muhtemelen her türden İslâmcı şimdi diyeceğimi duyunca hayretle karışık bir inkâr tutumu takınacaktır, ama Türk İslâmcılığının en karakteristik özellikleri, son sınırına varmış benmerkezcilik ile her türlü günahı başkasının üstüne atma çocuksuluğudur. Bu yüzden, hele Bilici'nin dokunduğu derinliklere uzanan özeleştiri, nadir ve kıymetli bir ürün.
Abdülhamit Bilici, Ramazan ayına atfen, "Gurur, kin, haset ve cimrilik gibi kötülükleri temsil eden nefsin dizginlenip; tevazu, hoşgörü, cömertlik, diğergamlık gibi güzellikleri temsil eden ruhun güçleneceği bu mevsimde," diyor, "kendimizden başlayarak İslâm dünyasında ters giden şeylere de keşke kafa yorabilsek. Çünkü İslâm her ne kadar insanlığın muhtaç olduğu ulvi değerlerin adı olsa da Nijerya’dan Irak’a, Afganistan’dan Suriye’ye birçok yerde müminler olarak dünyaya verdiğimiz fotoğraf tek kelimeyle korkunç." Bunun ardından sorduğu soruları olduğu gibi alıyorum buraya:
"Niçin adalet timsali olarak dünyaya örnek göstereceğimiz bir İslam ülkesi yok? Neden ırk, dil, din ayrımı yapılmadan insan haklarının el üstünde tutulduğu bir ülkemiz yok? Neden kadınların en fazla şiddete uğradığı, gelir uçurumunun en fazla olduğu, rüşvet ve yolsuzluğun en yaygın olduğu, eğitimde kalitesizliğin, fakirliğin en ağır olduğu ülkeler İslam dünyasında? Neden dünyada işçi ölümleri en fazla İslam ülkelerinde? Verimliliğimiz neden dünya ortalamasının yarısı kadar? En az gelişmiş ülkelerin yarısı neden İslam dünyasında? Müslüman yönetimler niçin hep kaos ve diktatörlük arasında gidip geliyor? Niye adam gibi demokratik bir İslam ülkesi yok? Estetiği ile örnek gösterilecek bir şehrimiz var mı?"Bilici, "İslam’ın şekil şartlarını iyi kötü yerine getirsek de ahlak, adalet ve demokrasi değerleri açısından halimiz pek feci," diye devam ediyor. "İnsan hakları, adalet, hayat hakkı, çevreye saygı, yargının bağımsızlığı, kadının durumu gibi İslam’ın da öngördüğü değerler açısından 208 ülkeyi karşılaştıran bir araştırmaya göre en İslamî ülkeler Yeni Zelanda, Lüksemburg ve İrlanda. Türkiye 103, Suudi Arabistan 131, İran 163’üncü sırada."
Buraya kadar, gözü dönmüş hükümet propagandacıları dışında kimsenin Abdülhamit Bilici'yi susturmaya çalışacağını sanmıyorum. Bir de, en büyük karakteristiği söylenene değil söyleyene bakmak olan apolitik solcu tayfası caz yapabilir belki; konuşan Zaman yazarı diye. Bilici'nin dediklerinin pek itiraz kaldırır tarafı olmadığını çoğumuz teslim ederiz.
Bir yanda IŞİD-Boko Haram, bakın öbüründe ne?
Bu şimdilik burada dursun. Bilici'nin yazısını okumaya devam edelim. Zaman yazarı önce, "bugünlerde İslâm dünyasından gelen haberler" diyerek, Nijerya'da Boko Haram'ın yediği haltlara, IŞİD'in vahşetine örnekler sunuyor. Sonraysa, iyi niyetli Cemaat'çilere derdimi özellikle Bilici'nin bu yazısı üzerinden anlatabileceğimi vehmetmeme yolaçan paragraf geliyor: Türkiye'den örnek. Bunu aktarmadan, tekrar vurgulayayım: dünyadan verilen örnekler, insanların topluca katledilmesi, yüzlerce kız çocuğunun kaçırılması, 1700 esirin infaz edilmesi, öldürülenlerin eş ve kızlarının militanlara "helal olduğuna" dair fetva yayımlanması; bu düzeyde feci olaylar. Boko Haram ve IŞİD'in yanına Abdülhamit Bilici'nin koyduğu örnek şu:
“İstanbul Büyükşehir Belediyesi zabıta ekipleri, herhangi bir ikazda bulunmadan gece yarısı FEM Dershanesi’nin tabelalarını söktü. Dershane yetkilileri, tabelalar için izin alındığını ve vergilerinin ödendiğini açıkladı.”Şöyle devam ediyor Bilici:
"İslam dünyası içinde belki görece en demokratik olan ülkemizde, İslami referansları olan bir siyasetçi kimliğiyle Erdoğan’ın, kendisi gibi milyonlarca mümin vatandaşa aylardır yaptığı 'haşhaşi, virüs, çete, vb.' hakaretler ve 'Size su bile yok' gibi tehditler, Müslümanlar olarak acıklı halimizi anlatıyor."Erdoğan ve AKP iktidarının Cemaat'e -haydi böyle diyelim- "zulüm ve iftira" etmeye başladığı dönem içerisinde Türkiye'de İslâm açısından sorun yaratan en çarpıcı hadise, dershane tabelasının indirilmesi! Ve ne halde olduğumuzu kendisine bakarak anlayacağımız temel hadise, Cemaat'e gösterilen tavır! Pek tuhaf değil mi bu?
Benmerkezcilikten ve dışarıdan nasıl göründüğüne aldırmamaktan kastım tam da bu. Bu süre içerisinde polisin öldürdüğü çocukları, kitlece katledilen maden işçilerini, onların acılı ailelerine gazla tomayla saldırılmasını, Lice'de insanların üstüne ateş açılıp iki kişinin öldürülmesini, daha yeni, bir çocuğun beyninin kaldırımlara saçılmasını, yakılan yıkılan, birilerine peşkeş çekilen, yok edilen ağacı yeşili... hepsini geriye itip dershane tabelasını zulüm listesi Top 10'in başına yerleştirmek için nasıl bir gerçeklik algısına sahip olmak lazım? Şahsen, Abdülhamit Bey veya gözünü iktidar hırsı bürümemiş herhangi bir insanın rastgele sıraladığım bu vahşet örneklerine kayıtsız kalacağına ihtimal veremiyorum. Bunca Hıristiyanın katledildiği, sürüldüğü, soyulduğu, hâlâ kiliseye bıçakla saldırılan, Alevilerin durmadan yeni kurbanlar verdiği, üstüne aşağılandığı, tehdit gördüğü, cemevi avlusunda cenaze beklerken katledilebildiği... uzatmayayım, bunların olduğu bir yerde, sadece Cemaat'e yönelik hakaret, baskı ve tehditlerden sözedebilmek için, gözünü etrafa ne kadar kapamış olmak gerekir? Yüzde 45'in desteğiyle yüzde 55'i sindirmeye, yok saymaya doğru son hız giden bir iktidarın günahı diye bula bula Cemaat'in -aslında iktidar ortaklığından uzaklaştırılma diye tanımlanması gereken- kenara itilmesini ortaya sürmek, basitçe kötü niyet ürünü olamaz; burada bir görmezlik var.
Abdülhamit Bilici, yazının devamında, İslâm'ın, "bırakın insanları", hayvanlara bile saygıyı öğütleyen bir din olduğunu bir anekdot eşliğinde anlatıyor. (Gerçi bir hayvana yapılan haksızlığı gidermek için bir başka hayvanın kesildiği, biraz tuhaf bir anekdot, ama konuyu saptırmamak için bu fasla takılmıyoruz.) Ve yazısını Mehmet Akif'in şu dörtlüğüyle bitiriyor:
Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile(Bunları deyip yakınan şahıs, bildiğiniz üzre, "kahraman ırkım" diye şiirler döktürmüştür. Aradığı "Müslümanlık", göklerden yere inerse "kahraman ırk" onun neresinde nasıl yeralacaktır? Başka ırkların bu kahraman ırk karşısındaki konumu ne olacaktır? Şairimiz ayrıca "insanlık"ı "Müslümanlık"tan aşağıya yerleştiriyor. Bu, "Müslüman"a, "insan" karşısında âdetâ doğal bir üstünlük vermek mi demek? Bilici'nin şikayet ettiği pek çok sorunun kaynaklarına dair işaretleri buralarda bulabiliriz. Sapmamak, uzatmamak için atlıyorum.)
Âlem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir!
Neler nasıl görünüyor?
Şimdi, yukarıda "burada dursun" dediğimiz fasla dönelim. Bilici'nin -Türkiye dahil- İslâm ülkelerinde eksikliğinden en çok yakındığı veya olmasını İslâm'a da uygun idealler olarak gördüğü şeyleri sıralayalım:
Adalet / yargı bağımsızlığı / ırk, dil, din ayrımı yapılmamalı / insan haklarının üstünlüğü / kaos-diktatörlük döngüsünden kurtulunmalı / "adam gibi" demokrasi olmalı / rüşvet ve yolsuzluk önlenmeli / kadınlar şiddet görmemeli / gelir eşitsizliği azaltılmalı / eğitim kalitesi yükselmeli / işçi ölümleri önlenmeli / verimlilik artmalı / azgelişmişlik aşılmalı / estetik duygusu-kavramı geliştirilmeli / çevreye saygı.
Cemaat'e dışarıdan bakanlar, orada, ciddî maddî imkânları ve kadro kapasitesi olan, devletin kritik kurumları yargı ve poliste belirleyici güç ele geçirmiş ve bunu kendi siyasî tercihleri doğrultusunda kullanmış bir grup, bir hareket görüyorlar. "Ahmet Şık-Nedim Şener olayı" basit bir şey değildir. Meselâ benim gibi birinin kendini bu gazetecilerden biri yerine koyup, her an sebepsiz yere, üstelik alâkası olmayan bir suçtan hayatının karartılabileceğini düşünmesi tabiîdir. 1. Ergenekon
İddianamesi'ni okudum. Ek klasörlerinin iki yüz adedini de okudum. Binlerce sayfa. Bırakın orada derin devletin sahici sırlarının ortaya dökülmesini, Veli Küçük'ü doğru dürüst mahkûm edebilecek delil var mı, tartışılır. İlhan Selçuk'un neye dayanılarak sabaha karşı baskınıyla içeri atıldığını Zekeriya Öz çıkıp ortalama insanı tatmin edecek düzeyde anlatsın, Taksim'de gaz altında Klose taklası atarım. (Herhalde biliyorsunuz, ben Ergenekon davasının en kararlı destekçilerinden biriydim, esasen hâlâ çok hayatî bir dava olduğunu düşünüyorum.) Bunları uzatmak anlamsız. Sadece adalet, yargı bağımsızlığı vs. alanlarında dışarıdan bakanın ne gördüğünü somutlayabilmek için örnekledim.
Cemaat'e dışarıdan bakan, azgelişmişlik, ekonomi, verimlilik gibi alanlarda, öncelikle, bir tür eğitimli İslâmî burjuva ve yönetici sınıfı yaratma faaliyeti görüyor. Peki işçi haklarına dair mevzularda? Cemaat'ten işçi sınıfının haklarını korumasını, genişletmesini, güvence altına almasını teşvik edecek bir öneri, bir hareket gören olmuş mudur? Sanmıyorum. Fakat buna rağmen, AKP ile papaz olduktan sonra sendikalar kurmaya kalkışıyor ve, "emek ile sermayeyi ruh ve ceset gibi bir bütün kabul etmekten" bahsediyor. Ne demektir "işveren ve işçiyi karşılıklı taraf ve güç kabul ederek; ortaya çıkan problemlerle meşgul olmak yerine taraflar arasında mülayemetle denge ve uyum sağlamak"? Şu demektir: "Biz işçi sınıfının hak ve mücadele örgütü değiliz. Dinî etkimizi de kullanarak işçinin uysal uysal çalışmasını sağlayacağız." Zekât, sadaka gibi kavramlara kutsallık atfeden bir Cemaatçi burada bir tuhaflık bulmayabilir; ama kapitalizmin ne olduğunu bilen herkes, sendika adı altında böyle bir iş yapılmasına pek fena adlar koyacaktır. Azgelişmişliğin aşılması, "adam gibi demokrasi" ve benzer konular bakımından iç açıcı olmayan bir manzara.
Cemaat'e dışarıdan bakanlar, iç örgütlenmesine dair hiçbir şey bilmedikleri ama örgütlü hareket ettiğini sezdikleri, başbakanı tukuklamaya -haklı veya haksız diye tartışmıyoruz şu anda- kalkışabilecek yoğunlukta operasyon gücüne sahip bir bünye görüyorlar. Cemaat'e karşı giriştiği temizlikte hükümetin yüzlerce savcıyı, binlerce polisi oradan oraya sürmesi gerekti! Bu nasıl bir güç, nasıl bir bünye? Üstelik bu bünye, pek çok yönüyle bugünkü iktidarın etrafında oluşmuş mekanizmaya benziyor, çok paraları var, çok elemanları var, TV'leri var, gazeteleri var, bunlar tek yerde alınmış kararla senkronize yayınlar, kampanyalar yapabiliyorlar, propaganda aygıtları olarak iş görebiliyorlar, vs...
"Irk, dil, din ayrımı yapılmasın" gibi dilek ve temennileri, Cemaat'e dışarıdan bakan birilerinin samimi bulması çok zor. Haydi, Senegalli ve Endonezyalı çocuklara Türkçe yarışı yaptırmanın geri planı gibi mevzuları şimdilik konu dışı bırakalım. Cemaat'in Türkiye'deki temel ırk ve dil ayrımı meselesinde -Kürt meselesi- yıllardır sergilediği militan tavrı gözönüne almamak mümkün mü? Cemaat'in Kürt politikası -ki böyle bir politika vardır- aşağı yukarı ılımlılaştırılmış bir '90'lar resmî politikası gibi. JİTEM yok, Yeşil yok, insanlar sokak ortalarında öldürülmüyor, ama hiçbir terör eylemine karışmamış yüzlerce kişi, kelepçelenip toplama kampındaymış gibi sıraya sokuluyor, hapse atılıyor. İste veya isteme, sonunda kendini siyasî muhatap olarak kabul ettirmiş silahlı Kürt örgütü ile görüşülmesin, Öcalan ve PKK muhatap alınmasın diye resmen sabotaj yayınları yapılıyor, kışkırtıcı işler hâlâ sürdürülüyor. "Silahlı örgüte diz çöktürülmeden görüşülmesin" demenin fiilî sonuçları belli değil midir? Cemaat'e dışarıdan bakanlar, KCK konusunda Cemaat sözcülerine kulak verdikçe, Cemaat'in âdetâ kendisiyle benzer bir işe kalkıştığı için KCK'ya bu kadar diş bilediğini düşünmenin eşiğine geliyor: Alternatif bir devlet örgütlenmesi oluşturmak. Bu sadece latife olabilir; ama Cemaat'in PKK ile Kürtler üzerindeki hakimiyet yarışından ötürü gayet tehlikeli ve kanlı sularda yüzmeyi göze alabileceğine dair çok işaret var.
Çevre ve estetik gibi konuları, Abdülhamit Bilici'nin özel duyarlılığı hanesine yazıyor ve geçiyorum. Çünkü dışarıdan bakanlar bu alanlarda Cemaat'in herhangi bir özgün tutumunu (veya hayrını) görmüş değiller.
Niye konuşuyoruz?
Esas olarak diyeceğimi dedim, ama bütün bunları niye konuşuyoruz, bu konuda da bir-iki laf ederek bitireceğim. Bugün tanımlanmış bir hiyerarşik yapı içerisinde bulunmayan Cemaat sempatizanlarının sayısının hayli fazla olduğunu sanıyorum. Bilmiyorum, sadece sanıyorum. Özellikle bu insanlar, özellikle iktidar çevresinden ve duygusundan zorla uzaklaştırıldıkları, hakarete uğradıkları, kendilerini tehdit altında hissettikleri bugünlerde, Cemaat hakkında söylenen her söze Tayyip Erdoğan'dan gelmiş gibi tepki gösteriyorlar. Ve Türk Müslümanı oldukları için, herhangi bir durumda dönüp kendilerinde kabahat aramaya alışmamışlar. Çünkü Kendine Müslümanlık, bizdeki asıl din. Halbuki böyle bir altüst olma, savrulma dönemi, pek çok şeyi gözden geçirmek için fırsat da olabilir. Önerim, "iktidar" hissini nasıl bu kadar kolayca benimseyebildiklerinden başlamaları, meselâ.
Dönüp kendine bakma konusunda şu ana kadar ikna edici olamadıysam, Hrant Dink cinayetini, öncesini ve sonrasını hatırlatayım. Geçenlerde Twitter'da biri -muhtemelen Cemaat'e yakın birisi-, "Kardeşim, her şeyi de getirip Dink cinayetine bağlıyorsun!" diye çıkıştı. O sırada yine bitiştirilmiş twitlerle bildiri yazmaya çalışan eski polis müdürü Ali Fuat Yılmazer'e laf ediyordum, "Hrant Dink cinayeti hakkında bildiklerinizi anlatmazsanız size kulak vermeyeceğiz," diye. Bakın yine lafı buraya getirdim. Niye? Çünkü güya ne yapıyorsa demokrasi, insan hakları, gelişme, adalet vs. için yapan Cemaat'in pek çok has adamı, bu cinayet öncesinde devletin basbayağı önemli yerlerindeydi. Cinayet işlenirken oralardaydılar. Cinayetten sonraki süreç içerisinde, paşaları deste deste içeri atabilecek kuvvete kudrete eriştiler. Cinayet soruşturmasında, davasında adaletin yerine gelmesi için yardımcı olmadılar. Bildiklerini anlatmadılar. Bu pisliğe devletin bütün kurumları ve devlet içi etkinlik yarışındaki bütün fraksiyonlar karışmıştı. Cemaatçilerin katılımı yoksa, pisliği ortaya döküp insanlığa hizmet edebilirlerdi. Ya da Müslümanlığa; artık nasıl adlandıracaksak...
Hemen bitirilmezse kitap hacmine doğru evrilebilecek bu yazıya noktayı koyuyorum. Sanırım Cemaat yönünden, "haksızlık, hakaret, ne münasebet!" yollu sağanak yağış-kasırga, Cemaat'e karşı olan sol taraftan "ne özeleştirisi! bu ne hoşgörü! onlar düşman!" yollu dolu-kar-fırtına, bir sürü şeyin altında kalacağım. N’apalım... ilk defa olmayacak. Derdim cemaatler, örgütler değil, insanlar.

GRID Autosport Full Tek Link İndir + Torrent
Takımlar, rakipler, yarışlar ve profesyonel motor sporları dünyası… Takım arkadaşınızın yanında yarışın, rakiplerinizi alt edin ve her bir virajın ve pozisyonun önemli olduğu hararetli yarışlarda takım sponsorlarınızı memnun edin.
Devasa kariyer modunda en sevdiğiniz yarış disiplinine eğilin ya da isterseniz bütün kategorileri fethedin. Touring, Hpercar, Endurance GT, Prototype, Singel-Seater, Super Modified, Drift gibi farklı klasmanları deneyin. Grid Autosport, 22 lokasyonda bulunan 100’den fazla pist ve toplamanız, ince ayar yapmanız ve geliştirmeniz için dünyanın en heyecan verici çağdaş ve klasik yüksek performans yarış araçlarını sunuyor.
Türk oyunseverler için de bir müjdemiz var pistler arasında Intercity Istanbul Park’ta yer alıyor!
Oyun Adı: | GRID Autosport | - |
Dil: | İngilizce | - |
Çıkış Tarihi: | - | - |
Oyun sürümü: | Reloaded | - |
Dosya Türü: | Winrar (İndirmek İçin Tıklayın) | - |
Platform: | PC | - |
Dosya Boyutu: | 9 GB | - |
Crack: | Mevcut | - |
Rar Şifresi: |
Sistem Gereksinimleri
İşletim Sistemi: Windows Vista, Windows 7 or Windows 8
İşlemci: Intel Core 2 Duo @ 2.4Ghz ya da AMD Athlon X2 5400+
Bellek: 2 GB RAM
Ekran Kartı: Intel HD3000 ya da AMD HD2000 ya da NVIDIA Geforce 8000
Sabit Disk: 15 GB boş alan
2-ISO dosyasını açın ve setup.exe tıklayarak ilerleyin oyunu kurun.
3-Crack klasörünün içerisindeki dosyaları kopyalayıp oyunun kurulu olduğu dizine yapıştırın, Kopyala ve Değiştir dedikten sonra oyuna girebilirsiniz.
2-Crack klasörünün içerisindeki dosyaları kopyalayıp oyunun kurulu olduğu dizine yapıştırın, Kopyala ve Değiştir dedikten sonra oyuna girebilirsiniz.

Sniper Elite 3 Full Tek Link İndir + Torrent
Tüm müttefik kuvvetleri ezecek güce sahip bir süper silahı durdurabilir misiniz? 1942 yılında Kuzey Afrika'da geçen yeni bir senaryoda yer alın.
2. Dünya Savaşı'nda Kuzey Afrika'nın ölümcül ve egzotik topraklarına ayak basın. Amerikan OSS ajanı Karl Fairburne olarak Nazi hatlarının ilerisine mücadele ederek sızın. Çok etkili keskin nişancı yeteneğinizi konuşturarak Müttefiklerin, Nazi Almanyası'nın korkusuz Tiger tanklarına karşı Batı Çölü boyunca yaptıkları mücadeleye destek verin.
Oyuncu seçimine odaklanarak, oyun tarzınıza uygun fırsatlarla dolu zengin çevre koşullarını keşfedin. Endişelenmeniz gereken sadece Rommel'in Afrika Korp'ları değil. Yollarına çıkan müttefik kuvvetleri darma duman edecek bir "wunderwaffe", yani muhteşem silah tasarlamak için yapılan Nazi planlarını ortaya çıkarın ve tüm savaşın gidişatını değiştirin.
Oyun Adı: | Sniper Elite 3 | - |
Dil: | İngilizce | - |
Çıkış Tarihi: | - | - |
Oyun sürümü: | Reloaded - FTS | - |
Dosya Türü: | Winrar (İndirmek İçin Tıklayın) | - |
Platform: | PC | - |
Dosya Boyutu: | 12 GB | - |
Crack: | Mevcut | - |
Rar Şifresi: |
Sistem Gereksinimleri
İşletim Sistemi: Win Vista, 7, 8, 8.1 (XP de çalışmamaktadır)
İşlemci: Çift çekirdek CPU ile SSE3 (Intel® Pentium® D 3GHz / AMD Athlon™ 64 X2 4200)
Bellek: 2 GB RAM
Ekran Kartı: NVIDIA® GeForce® 8800 series / ATI Radeon™ HD 3870
DirectX: Versiyon 11
Sabit Disk: 18 GB boş alan
2-ISO dosyasını açın ve setup.exe tıklayarak ilerleyin oyunu kurun.
3-Crack klasörünün içerisindeki dosyaları kopyalayıp oyunun kurulu olduğu dizine yapıştırın, Kopyala ve Değiştir dedikten sonra oyuna girebilirsiniz.
2-Crack klasörünün içerisindeki dosyaları kopyalayıp oyunun kurulu olduğu dizine yapıştırın, Kopyala ve Değiştir dedikten sonra oyuna girebilirsiniz.

Kazım için bir film...
Kazım'la tanışmak kısmet olmadı. Ama ona hayatımda verdiğim yerin ancak bir arkadaşınkiyle kıyaslanabileceğini onu kaybedince anladım. Çok önemli bir insandı, çok şeyi değiştirebilecek bir insandı. Onun için bir film yaptım, sadece kendisinin konuştuğu, anlattığı, kızdığı, bağırdığı... ve o şahane sesiyle şarkılar söylediği. "Kazım üstüne" olmamasına özen göstererek. Benim insanlara söylemek istediğim hemen her şeyi söylüyordu zaten, ona aracı oldum.
İlaveten diyeceklerimi de, film için özel bir site yapıp oraya yazdım: www.kazimkoyuncufilmi.com. Hem Kazım'a dair düşüncelerimi hem müziğine dair görüşlerimi, Zuğaşi Berepe'nin "mana ve ehemmiyetini", filmi yaparken başıma gelen korkunç işleri... ayrıntısıyla anlattım. Buraya tıklarsanız, siteye gidip bunları okuyabilirsiniz.
Şarkılarla Geçtim Aranızdan'ı DVD olarak piyasaya çıkarmış, gelirini Umut Çocukları Derneği'ne aktarmıştık. Kazım'ın başlıca dertleri olan yoksulluk ve çocukları biraraya getiren böyle bir eylemin anlamlı olacağına inanmıştım. Bu yüzden filmi bu zamana kadar internete koymamıştım.
Tabiî bu tür bir kaygı ve özene yer bırakmayan devrimizde, birileri çıkıp, üç buçuk saatlik filmi parça parça oraya buraya yüklediler. Birileri DVD'lerden ripleyip torrent mekanizmalarına koydular. Bu kimselerin Kazım'ı sevmesi, hele "devrimci" olması gibi sahtekârlıklara inanmıyorum.
"Kazım filmi"yle ilgili olarak kendi öykümü siteden alıp buraya aktarıyorum. Kazım'ı tanımanızı şiddetle tavsiye ederim; onu tanımak hayatınızı değiştirecektir. Şu anda başka yolu olmadığı için "filmimi izleyin" demek zorundayım; izleyince, bunu marifet sergilemek için yapmadığımı düşünürsünüz umarım. Artık film Vimeo'da özel kanalında, üç parça halinde: Şarkılarla Geçtim Aranızdan.
Bu da altı yıl önce siteye yazdığım yazı (ekleyecek bir şeyim yok):
"Kazım filmi - benim öyküm"
Kazım hastalanmadan kısa süre önce, Viya’nın kapağındaki fotoğrafına bakarken, “Artık gidip bulayım, tanışayım,” diye düşündüm. Zuğaşi Berepe’den beri uzaktan izliyordum onu. Müziğinde ve müziğinin gelişiminde nelerin beni çektiğini ayrıca anlattım (kazimkoyuncufilmi.com'da, "Kazım'ın müziği - Nedir ilginç olan?" başlıklı yazı; buraya tıklayarak okuyabilirsiniz). Kendisiyle yapılan görüşmelerde söylediklerinden, onunla şu ya bu şekilde karşılaşmış insanların anlattıklarından, Kazım’ın kendime çok yakın bulacağım biri olduğuna ve beraber birşeyler yapabileceğimize dair garip bir önsezim, hattâ inancım vardı. Hastalandığını duyduğumda, onu kaybedeceğimize en ufak bir ihtimal vermedim. “Adamın tedavisi bitsin, telaşı geçsin, öyle gider tanışır, konuşurum,” dedim.
Ölüm haberini aldığım gece, o an için elimdeki tek CD’si olan Viya’yı sabaha kadar döndüre döndüre dinler ve ağlarken, durmadan kendime şunları dediğimi hatırlıyorum: “Tanışmıyordun bile; nasıl olup da bir arkadaşını kaybetmişsin duygusuyla yanıp yakılıyorsun böyle?” Nitekim, bunu izleyen günlerde çok eski bir arkadaşım, “Ya, sana ne oluyor ki allahaşkına?” dedi.
Arayı atlayarak doğrudan şuna geçmek istiyorum: Filmi yapabilmek için Kazım’ın en yakınındaki insanlarla zaman geçirmeye ve topladığım ses ve görüntü kayıtlarını defalarca izlemeye, dinlemeye başladığım süreçte, onun elbette benim bir arkadaşım olduğuna kuvvetlice inandım. Filmi yapmak için uğraştığım iki yıl boyunca samimiyetimiz ilerledi. Filmi bitirirken, onun ölümüyle sarsılmaya devam ettim.
İşin tuhafı, bütün bu süreç boyunca, bana onunla ilgili bir şey anlattıkları zaman, bir sonraki adımda ne demiş, nasıl davranmış olabileceğine dair tahminlerde bulunmaya başladım ve bunların neredeyse hiçbiri yanlış çıkmadı. Hattâ, bana anlatılmayan çok şeyi anladığımı da iddia edebilirim. Onun en yakın arkadaşlarından biri filmi izledikten sonra, “Sanki sen onu çok iyi tanıyormuşsun gibi,” dediğinde, sevineyim mi, gurur mu duyayım, ne yapayım bilemedim. Bunun böyle olduğunu artık biliyorum, ama şaşırmaktan da vazgeçemiyorum.
Birisiyle, o bizim dünyamızdan gittikten sonra böylesine yakın arkadaş olunur mu? Ancak bir peygamberin cevaplayabileceği bu soruya cevap aramayı da artık bıraktım. Belki benim bahtıma da böyle bir trajik mucize düşmüştü. Acısıyla birlikte kabullenmekten başka yapabileceğim bir şey yok.
Tabiî bu noktaya gelmek kolay olmadı. Çünkü dünyada Kazım’sız bir hayat devam ediyordu ve benim yakın çevremde onunla özel yakınlığı olan kimse yoktu. Kendi başıma kaldığım zamanlarda bir ayağımı başka bir âleme basarak yaşamayı nispeten becerebiliyordum, ama başkalarıyla birlikteyken, çoğu zaman, izinli veya görevli olarak, geçici süreyle orada bulunuyormuşum hissinden kurtulmam zor oluyordu.
Bir film yapma sürecinin gerçek hayatla karışması, her zaman büyük bir sorun olmayabilir. Böyle durumlarda genellikle bunun filme zararı dokunur. İnsan nesnelliğini kaybeder, duygusal baskılar altında, filme seyirci için anlamı olmayan, akışı bozan, bütünlüğü zedeleyen birçok gereksiz unsur katabilir.
Ancak yaptığınız, aramızda olmayan bir insanın kısa süreliğine aramıza yeniden katılarak kendini anlattığı bir filmse, sonunda yeniden ayrılık kaçınılmaz. O sona yaklaşmamak için ruhunuzun gösterdiği direnç, filmi bitirip ortaya çıkarma konusunda duyduğunuz arzuyla öyle bir kapışıyor ki, parçalanıp toz haline gelmeniz işten bile değil. Bu yüzden, onca badireye rağmen filmin sonlarına yaklaştığımda, hiç beklemediğim bu acayip durumu da aşmam gerekti.
İnanın, bütün bunların üstesinden gelebilmemi sağlayan, Kazım’ın tertemiz bir öfke ve şahane bir Laz inadıyla söylediklerine kulak vermek oldu. Benim öfkelendiğim şeylere öfkeleniyor, suratımı asmadan, bağırıp çağırmadan, küfretmeden asla söyleyemeyeceğim şeyleri bazen benden beter sinirlenerek, çoğu zaman güleryüzle, arada kendiyle de eğlenerek dile getirebiliyordu.
Bana müthiş bir direnç takviyesi yaptı Kazım. Filmi ilk izlettirdiğim arkadaşlarımdan biri, ileriki günlerde, “Bir şey yaparken, ‘Kazım’a ayıp etmeyeyim şimdi’ diye düşünür oldum,” dedi.
Bütün bunlardan bir “ideal insan” portresi çıkarmaya çalıştığımı sanmayın. Zaten filmi en ufak hamasetten uzak tutmaya çalıştım. Becerdiğimi de sanıyorum. Ama hele bu memlekette asla kolay kolay yetişmeyen, çok özel bir insanla karşı karşıya olduğumuz kesin. Zaten kusurlarını saklama derdi olan birine de hiç benzemiyor ki, bu da sık kullandığı bir deyimle, ona ilaveten “puan yazıyor”.
Benim “Kazım filmi” öykümün herkesle paylaşabileceğim en çarpıcı ayrıntısına geleyim.
Kazım’ın toprağa verilişinden (27 Haziran 2005) birkaç ay sonra, Kazım’ın yakınlarıyla tanışmaya, ardından malzeme toplamaya, Hopa’da, Pançol’da ve Doğu Karadeniz’de farklı yerlerde çekimler yapmaya başladım.
Birçok insanın yardımıyla –filmin sonunda ve sitede isimleri yeralıyor- boyuna yeni kayıtlar buluyor, VHS, Hi8, V8, DVD, VCD, Betacam, miniDV... aklınıza gelebilecek her formatta ses ve görüntü kayıtlarını aktarıp sınıflandırarak hazır hale getiriyordum. 2006 yaz sonunda, nihayet, filmi yapmaya başladım. Çözülmesi gereken pek çok teknik sorun, verilmesi gereken çok fazla karar vardı. Üstelik, 2,5 saatlik bir film yapmaya niyetliydim ve baştan verilecek her yanlış kararın anlatıma dair, teknik, estetik faturaları pek ağır olabilirdi.
Akıl edebildiğim, verebildiğim için kendimi pek takdir ettiğimi söylemeden geçemeyeceğim hayatî içeriksel karar şuydu: Bu filmde sadece Kazım konuşacaktı. Elime geçen ilk kayıtlardan sonra, bunun hem olabileceğini hem de ortada Kazım’ın bu anlattıkları varken, başkalarının onun hakkında, onun üstüne vs. konuşmasının elbette ikincil kalacağını görebilmiştim. Âdetâ benimle birlikte bu işi yapmaya girişen Kazım’ın yakınlarının da bu fikri coşkuyla onaylaması elbette cesaretimi artırdı.
Evet, filmi yapmaya koyuldum. Düşündüğümden daha isabetli adımlarla, daha güzel ilerliyordu.
Derken, 2006’nın 12 Aralık günü, bir çekim ve kurgu işi için bulunduğum Maslak’taki Anima’dan eve döndüm. Saat 19.30 sularıydı. Evimin karşısındaki lokantada yemek yedim ve bizim apartmanın bitmek bilmeyen basamaklarını tırmanmaya başladım. Benim kata geldiğimde, merdivende havlularımdan birini gördüm. Kilit kırık, kapı açıktı.
Sırf bu filmi yapabilmek için, yıllardır kullandığım, Matrox kartlı Adobe Premiere’li kurgu sistemi yerine, her şeyi göze alıp, Macintosh G-5 üstünde Final Cut Pro’lu bir kurgu sistemi kurmuştum. Benim hayat standardımdaki biri için ufak bir servet ödeyerek.
Evet, eve girdim. G-5, ekranlar, laptop ve başka birkaç şey çalınmıştı. Filmden geriye sadece ham kasetler kalmıştı. “Kazım filmi”nin yapılmış iki saat yedi dakikalık! kısmı artık yoktu. Çocukluğu, Hopa’daki ortaokul ve lise yılları, İstanbul’a geliş, Dinmeyen, Zuğaşi Berepe yılları, kendi grubuyla çıkana kadarki ara dönem, askerlik, Kızılırmak’a bas çaldığı zaman... hepsi tamamlanmışken, bir anda havaya karışmıştı.
Sonrasına dair bir şey anlatabileceğimi sanmıyorum. Hayattaki en yakın arkadaşım, kaybolan kurgu sistemimin yerine yenisini aldı, evime alarm taktırdı. (Tam burada adını anarsam hoşuna gitmeyeceği için, bunu başka yerlerde başka yollarla açık ettim.)
Ve şunu eklememe izin verin: Kısa süre sonra Hrant öldürüldü. Arkadaşımdı, Agos’un ilk sayfa tasarımı bana aittir, dört buçuk ay kadar beraber çalışmıştım. O da çok özel, kırk yılda bir zor yetişen türden insanlardandı. Öldürülmesinin bu memleket için anlamı çok ama çok korkunçtur. Çok önemsediğim bir insanla birlikte, memlekete dair kalan umutlarımı da yitirdim.
Ve aradan aylar geçti. Günün birinde, nasıl bir inatla, nasıl bir kuvvetle, hâlâ bilemiyorum, filmi yeniden yapmaya oturdum. En yakın arkadaşlarım dahil kimseye bir şey söylemedim. Aylar boyunca. Nihayet bir gün birkaç arkadaşımı toplayıp dedim ki: “Çalınan kısmı yeniden yaptım.”
Hayatımın en garip günlerinden biriydi herhalde. Sevinemiyordum bile.
Çünkü çalınan kısmı yeniden yaparsam her şeyin hallolacağını sanmıştım. Halbuki daha geride yapılması gereken çok şey vardı. Şimdi hangi kuvvetle devam edebilecektim?
Bunun da cevabı yok. Devam ettim. Fakat bir gün yine çok meşum bir durumla karşı karşıya kaldım: Kazım’ın hastalığı aşamasına gelmiştim.
Durmadan geri dönüp ilk bölümlerde düzeltmeler yapmakla uğraşmakta olduğumu ve bunu niye yaptığımı fark edene kadar bir zaman daha geçti. Kaçınılmaz sonu idrak ve kabul etmek de kaçınılmazdı haliyle.
Film biterken, sevinmem gerekirken, karşımda gördüklerime kahrolmaya devam ettim.
Şimdi, film karşınızda. Daha önemlisi, artık yapıldı, dünyadan ve hayattan yok edilemez. Kuşaklar sonra birileri Kazım’ın varlığından, nasıl bir insan olduğundan, başka türlü yaşamanın, “sisteme” ve hayata itirazın mümkün olduğundan haberdar edilebilecek.
Ben de, insanlara söylemek -ve “bırakmak”- istediğimi bırakabilmiş olacağım.
Elinizdeki, üç adet DVD’dir. Hassas yüzeyine anahtarla iki çentik atsanız kullanılmaz hale gelir.

Hitman Absolution Full Tek Link İndir
Hitman Absolution, IO Interactive tarafından geliştirilen, Hitman serisinin beşinci oyunudur. 20 Kasım 2012' de PC, PS3 ve XBOX 360 için çıkış yapmış olan oyun ayrıca Türkçe dil desteğine de sahiptir.
Oyun Adı: | Hitman Absolution | - |
Dil: | Türkçe | - |
Çıkış Tarihi: | - | - |
Oyun sürümü: | Skıdrow | - |
Dosya Türü: | Winrar (İndirmek İçin Tıklayın) | - |
Platform: | PC | - |
Dosya Boyutu: | 14 GB | - |
Crack: | Mevcut | - |
Rar Şifresi: |
Sistem Gereksinimleri
İşletim Sistemi: Windows Vista SP1 / 7 (XP de çalışmaz!)
İşlemci: 2.4GHz dual core Intel or AMD processor
RAM: 1GB RAM
Sabit Disk: En az 10 GB
Ekran Kartı: NVidia 8800 GTS 512MB VRAM / ATI Radeon 3870 512MB VRAM
Ek Özellik: Directx 10
2-ISO dosyasını açın ve setup.exe tıklayarak ilerleyin oyunu kurun.
3-Crack klasörünün içerisindeki dosyaları kopyalayıp oyunun kurulu olduğu dizine yapıştırın, Kopyala ve Değiştir dedikten sonra oyuna girebilirsiniz.
2-Crack klasörünün içerisindeki dosyaları kopyalayıp oyunun kurulu olduğu dizine yapıştırın, Kopyala ve Değiştir dedikten sonra oyuna girebilirsiniz.